Saadet Çıkmazı / Yasemin Özcan


cumartesi günü mamoste sergiyi gezerken, ben de 28 şubatta eğitimi için ülkesini terk etmek zorunda kalmış, döndüğündeyse garip bir neoliberalizmin ortasında mimarlık pratiğini sürdürmeye çalışan, üzerine giydirilmiş kimlikle kendi tarif ettiği kimliği arasında bir macerayı bize anlatan selva gürdoğan'ı dinlemekteydim. söyleşiden sonra mamosteyle birlikte tekrar gittik, o tam göremediği işlere tekrar baktı. ben de görsellerini görüp de görmeyi beklediğim işleri seyrettim. 

doğrusunu söylemek gerekirse işleri ilk gördüğümde, tasarlanmış birer obje olarak hazır nesnelerin tüketilebilirliği bende bir hafifseme eğilimi yaratmadı değil. bununla beraber adalet çay bahçesi ve herşeyi hatırlamak bir tür deliliktir beni yamulttu tabiri caizse. sergiden eve döndükten sonra da zihnimden silinmedi imajlar. geceyi, uykumu ve rüyalarımı onlarla birlikte geçirdim ve sabah kafam zonklayarak uyandım. bu maili yazabilmek için iki günün geçmesi gerekti.


sergiden bana geçen son yıllarımı kaplayıp ümitsizlik haliyle, herşeye rağmen garip bir ayakta kalma hissinin içiçe birşey. ya da nurdan gürbilek'in "vitrinde yaşamak"ta tasvir ettiği bir yanda sözün patlarken bir yandan baskılandığı bir 80'ler manzarasının tekerrürü. en çok da selim birsel'in "kurşun örtüsü" işini hatırlattı. belki o kadar müdahil, mekana özgü ve provakatif değil. fakat zamanının ruhunu tehessüs ettirmekte o kadar mahir.

malzemeye hakimiyetin, hazır nesneler, gündelik objelerle kurulan ilişkiyi bambaşka bir boyutta deneyimlememizi mümkün kılıyor. bu anlamda çok affective bir sergi. nesnelerin birer "sticky object"e dönüşmesi, hissiyatları, hatıraları yüzeylerinden taşımaları, bünyelerinden barındırmaları böylece mümkün. sarah ahmed'in "duyguların kültürel politikası"nda serdiği nesneyle hissiyat arasındaki bağlara dair de bir sergi bu anlamıyla.


beşiktaş dgm'den çağlayan adliyesi'ne umutsuzluk içerisinde adalet ararken, morg kapısında arkadaşlarıımızın otopsisini beklerken, bazan cenazesine dahi gidemezken sığındığımız o plastik masalı tüm çay bahçelerinin anıtı gibi "adalet çay bahçesi" işi. adalet istediğimiz ruhlar, kayıp bedenler, hayatlar ve hatıralar hepsi bir olup porselen şeker, çay ve kahve kavanozlarının içine saklanmışlardı sanki. sergiyi gezerken takındığım müstehzi sinizmle fark etmesem de eve döndüğümde kapaklar açılmış, geçmişin hayaletleri üzerime çullanmıştı.

ama işte bir yandan da lavaboda biten bir mercimek tanesi var. bir duvar kağıdı kadar sıradan ama inanılmaz gerçek, son derece mümkün. belki klişe, ama çok da vurucu. hatıranın getirdiği yükten sıyrılmak için belki iyi bir ilaç. hala etkisinde olduğum işler, yerinden kalkmayan tava gibi böğrümde bir yük. şimdilik bu kadar yazabiliyorum...


bu e-postayı yolladıktan bir gün sonra, giderayak biryerlere koştururken yolumu uzatıp serginin bir de pelikül fotografını çekmek istedim. tevafuk bu ya, yasemin özcan da oradaydı. birlikte sergiyi tekrar gezdik, sonra ceylanlarla aslanların kucağına oturup muhabbet ettik. kendisinin de teşvikiyle bu e-postayı bir parça formatlayarak burada da koymaya karar verdim. sergi 26 kasıma kadar tophanede artSümer galeride görülebilir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eylül

Hakikati söylemek, toplumu savunmak

düğün ve nikahlara neden icabet etmiyorum